Benlik denen kavram yani varlığımız, bazı katmanlara ayrılır. Ancak bu katmanlar birbirlerinden tamamen bağımsız değillerdir. Nitekim birbirlerine yaşam bağıyla bağlanmış ve varlığımızı oluşturmuşlardır. 

Bizi biz yapan bu “benliğin” tabakalarının bazısı “önemli” bazısı ise “değerli”dir. Önemli olan; bizim, insanın, hayatta kalmasını ve yol almasını sağlar. Değerli olmanın göstergesi ise tutunulan bu karmaşık hayatta anlam bulunmasına temel olabilmek veyahut bizzat anlam katabilme yoğunluğuna sahip olunmasıdır. 

 

Kimlik de bu hayattaki “önemli” unsurlardan biridir. Peki nedir bu kimlik denen kavram ve neden yaşamımızda önem arz eder?

”Sen kimsin” sorusuyla karşılaştığımızı düşünelim. Doktorum, profesörüm, şuranın başkanıyım gibi cevaplar zuhur eder zihnimizde. Benliğimizi, birtakım eklentilerle yansıtma ihtiyacı hissederiz. Evet, eklenti! Bize sonradan eklenmiş bazı sıfatlardır çünkü bunlar. Bize dışarıdan gelmiş ve hatta birçok zaman bizim seçimimizin haricinde yüklenmiştir hayatımıza.. İşiniz, mesleğiniz, eğitiminiz, dininiz, ırkınız ve hatta isminiz bile… Bu gibi eklentilerimiz olmadan toplumda var olabilir miydik?

Bundan 2400 sene önce yaşamış olan Aristoteles de insanın toplumsal (siyasal) bir varlık “zoon politikon” olduğundan bahsetmiştir. Çünkü insanın, toplumdan ayrı, doğada tek başına hayatta kalması çok güç hatta imkansızdır. Tam da bu sebepten ötürü toplumun içerisinde kendimize yer bulmak ve yaşamımıza devam edebilmek için bu “kimlik” dediğimiz kavrama ihtiyaç duyarız. Nitekim kimliğimiz, kimliklerimiz olmadan bizi hayatta tutacak olan toplumsallığı sağlamamız, toplumda bağ kurmamız zorlaşır hatta imkansızlaşır. İsminizin başına “Prof.”, “Dr.”, “Av.” gibi eklentiler geldiğinde hayattaki konumunuzun, çevrenizin ve hatta saygınlığınızın nasıl değişeceğini bir hayal edin.. Benliğimize eklentileri yerleştirdiğimize göre artık “sen ‘kim’sin?” sorusu ile çarpıştığımızda “işte ‘kim’liğim!” diyebilirsiniz. Hatta itiraf edelim ki birçoğumuz bu soruyu büyük bir iştahla bekler. Kimliklerimiz hayatın karanlık kuytu köşelerinden bizi öyle bir çıkartır ki “kim” olduğumuzu haykırırken “ne” olduğumuzu unutuveririz.      

İşte bu “ne” olduğumuz ise bizi kişiliğimize götürür. Şimdi tekrardan bir düşünün kimliksel özelliklerinizi… Irkınız, mesleğiniz, adınız…

 

Bunları söküp atsaydık hayatımızdan geriye ne kalırdı? 

Bir “hiç” mi? Bir kuru beden mi?

Kişilik” dediğimiz kavram işte tam olarak bu noktada varlığa kavuşur. Hayatımızdaki o veya bu şekilde yapıştırılmış olan etiketlerden bağımsızlaşıp özgürleştiğimizde elimizde kalan ne varsa onlar bizim kişiliğimizi oluşturur. Artık “nesin?” sorusuna cevap verebiliriz.. Büyük bir özgüvenle “dürüstüm!”, “cesurum!” diye haykırabiliriz. Veya buruk biz yüzle “korkak biriyim” diyebiliriz.

Bazı şeyler ise dile gelmez, getiremeyiz… Belki de o kadar derinlerimizdedir ki farkında bile değilizdir. Aynaya baktığımızda gördüğümüz kişi bize bunu söylemez, dış bir göze ihtiyaç duyar. Kendimize yakıştıramadığımız bir ithamla karşılaştığımızda hissettiklerimizi getirelim aklımıza. 

“Ama ben öyle biri değilim!” 

“Sen beni anlamıyorsun!”

 

Peki gerçekten de böyle midir? 

Belki de haksızlardır…

Ya haklılarsa?

“Kendiliğin” bir nebze de olsa yüzünü gösterdiği bir noktadayızdır artık. Çünkü “kendilik” en derinlerimizde yer alandır. Ona bir başımıza ulaşmamız çok zordur. Çoğu zaman savunmasız kaldığımızda temas ettiklerimiz sayesinde hissederiz, bir başkasının bakışında görür, bir yabancının sesinde duyarız onu. Karanlıkta karşılaşırız kendimizle.. Benliğimizin en dip noktasındayızdır artık. Sandığımızdan çok farklı bir şeyle karşılaşmışızdır. Dilini bilmediğimiz bir yabancı gibi hissettirmiştir adeta. Oysa en değerli katmanıdır benliğin. 

 

Çünkü kendilik, bütün dışsallıktan en bağımsız olandır; insanın özüdür. 

Doğduğumuzdan beri baş başa olduğumuz “ben”in sözlerini yeteri kadar dinlemediysek… Davranışlarını sıkça gözlemlemediysek…

Ya düşünceler? 

Onları ne kadar dikkatle düşündük, ne kadar özenle izledik, ne kadar sorguladık? Bu aşamalardan geçsek pişman olur muyduk hiç kararlarımızdan? Benliğimizin farkındalığından bu kadar uzağa savrulmuş bulur muyduk kendimizi? Hatta belki de henüz yeni tanıştığımız kişilerin dudaklarından dökülen o çirkin sözlerde karşılaşır mıydık kendimizle? Yani insanın özüyle. 

Sanıyorum insanın şu kısacık ömründeki en değerli uğraşların başında benliğini keşfetmesi, inşa etmesi ve mümkün olduğunca insanlık seviyesine ulaşması gelir. Bu ise ancak kimlik ve kişiliğimizle mücadele edip ‘kendi’liğimize ulaşma gayretiyle mümkün olur. Bu ömür boyu sürecek olan mücadele, asla benliğimizin bir parçası olan ve toplumsal yaşamdaki devamlılığımızı sağlayan kimliğimizi, kişiliğimizi yok etmek değil; öncelikle olanı olduğu gibi görüp kabul etmekle başlar. Zira “kabul” olmadan ne derinleşmek mümkün olabilir ne de ilerlemek. 

Mademki insan bedenini doldurarak var olduk o halde benliğin keşfi ve inşasıyla “insan” kavramını da doldurmaya çalışmak yaşamımızı “iyi yaşam” seviyesine sıçratmak olacaktır.

 

Daha fazla yazıya Microfon Blog sayfamızdan ulaşabilirsiniz.